4 Aralık 2010 Cumartesi

Karşıma Çocuk Çıkınca Syntax Error Veriyorum

(syntax: Sözdizimi)

“Ne yapabilir ki” diye düşündüm. Ondan daha iri, daha güçlü ve daha zekiydim. Karşımda risk oluşturabilecek en ufak bir parametre bile olmamasına rağmen tuhaf bir tedirginlik hissediyordum. Sonra “anne” diye ağlamaya başladı. “Hasiktir” dedim, “lan oğlum şimdi olaya ananı karıştırmanın ne gereği vardı?”

*****

Kendi ablama çocuk doğurması halinde en az 10 yıl görüşmeyeceğimi söylemiş biriyim. Hayır sosyopat falan değilim tamamen kendimi koruma iç güdülerine göre hareket ediyorum. Şimdi insanın sosyal bir varlık olduğu, toplumda edindiği ve korumaya çalıştığı yeri, bu sebeple kendisini rezil olacağı bir durumdan uzak tutması gerektiği argümanlarına sarılıp çocuktan uzak durmanın mantıklı bir hareket olduğunu anlatmaya çalışabilirdim, ama üşendim. Kısaca çocuk gördüğüm yerden kaçarım arkadaş. Düsturum budur. Yemek buldun ye, dayak buldun kaç, çocuk buldun daha hızlı kaç! Çocukları sevmiyor olmamın en büyük hatta belki de tek sebebi onlarla iletişim kurmayı beceremiyor olmam. Ne zaman ortamda bir çocuk görsem ve eblek hareketlerle çocuğu eğlendirmeye çalışsam ya çocuk umduğumdan zeki çıkıp beni sallamıyor ya da umduğumdan angut çıkıp benden korkuyor. Hiç bir çocuk için optimal IQ seviyesini tutturamıyorum. O yüzden çocuk tarafından ezik kategorisine sokulmuş bir birey olarak ortamı en kısa sürede terk etmeye çalışıyorum.
Şimdi aklıma geldi. Hazır konusu geçmişken, yavrularına beni gösterip “aa bak abi” diyen ruh hastası bir ebeveyn grubuna da sövmek isterim. Hayvanat bahçesinde orangutanı nasıl gösteriyorsa (bak yavrum orangutan/aslan/ayı/...) aynı ses tonu ve hareketlerle beni gösteriyor. Zaten çocuk syntax’inden anlamam bir de zorla iletişim kurdurmaya çalışmak nasıl bir Çin işkencesidir? Herneyse...
Geçtiğimiz hafta bölümden çıkmış ve kafamda milyon tane düşünceyle otobüse binmiştim. Otobüse sonradan binecek teyze güruhuna –ki bu da başlı başına bir yazı konusudur- yer vermek zorunda kalmayayım diye arkalara doğru bir yere oturdum ve etrafı seyretmeye başladım. Her şey olması gerektiği gibi gidiyordu. Otobüs durakta duruyor, insanlar biniyor/iniyor, şoför bulabildiği tüm birinci tekil şahıslarla(ben/sen/o) yolcuları azarlıyor ve hayat beklendiği gibi akıyordu. Ta ki kafamı dışarıyı izlediğim camdan otobüse doğru çevirene ve onu karşımda görene kadar...

Tam önümdeki koltuktaydı, ters şekilde(kafası otobüsün arka kısmına bakacak şekilde) oturuyordu ve menzilinde ben vardım. Annesinin kucağında oturan bir çocukla burun burunaydık ve çocuk ilgi bekleyen bir şekilde bana bakıyordu.

"Sıçtık" diye geçirdim içimden.

İneceğim durağa daha nereden baksan 15 dakika vardı.

Kafamı tekrar cama çevirdim, bakışlarını hissedebiliyordum. Benim göz kontağını kesmiş olmam onun zerre umrunda değildi. Tekrar baktım, hala bakışları benim üzerimdeydi. Kafamı koridor tarafına, yolculara, şoförün biraz yukarısında duran yazılara falan çevirdim... Tekrar önüme döndüğümde bakışlar aynı bıraktığım şekilde duruyordu. Artık yaşadığım olayı bir tehdit gibi algılamaya başlayan beynim, ter bezlerine çalışma ve metabolizmaya hızlanma emrini vermişti bile. Dönülmez bir yola girmiştim.

Çevrede yer verebileceğim yaşlı aradım, bulamadım. Normalde teyze mıknatıslığı konusunda Perşembe pazarıyla yarışan bu otobüs bugün tam tersine bomboştu. Kozmik güçler bana bir mesaj veriyordu: Tek elin yumruk yapılıp, diğer elin avuç içi yumruğun üst kısmına gelecek şekilde birbirine vurularak karşı tarafta “haşırt” anlamı uyandıran hareket grubu.

Artık yapacak bir şey yoktu. Kaderimi kabullenerek çocuğa baktım ve göz kırptım. Sensörler hemen bunu fark ederek yavşak yavşak sırıtmaya başladı. Hakkını vermeliydim, bu pozitif işaret için bayağı uğraşmıştı ve şimdi annesinin koynuna girip geri çıkarak ve bana ara ara bakarak zaferin tadını çıkarıyordu. Hareketlenmeyi fark eden annesi de arkasına bakarak “aa bak abi varmış burada” deyince bir klişeyi daha tamamlamış olduk. Çocuk ellerini uzatarak küpeme dokunmaya ve çekmeye çalıştı. Sonra saçımı çekti. “Adın ne senin bakalım” soruma cevap vermeye tenezzül bile etmedi pezevenk. Bir çocukta olabilecek en kötü iki özelliğe sahipti: Ellek ve asosyaldi.

Sonra elimde tuttuğum ipoda sarktı. İstemeye istemeye eline verdim. Ağzına falan soktu, dokunulması gereken ekranı parmağıyla delmeye ve kulaklığı kolunun elverdiği ölçüde ayırmaya çalıştı. Gün boyu kullandığım touchscreende şu an gerzek bir veledin tükürükleri ve parmak izleri vardı. Ipodun bekaretinin bozulduğunu hissettim.

Neyseki bu şekilde 15 dakikayı bir şekilde geçirebilmiş ve artık inmem gereken durağa yaklaşmıştım. Ayağa kalkmam, düğmeye basmam ve kapıda iniş töreni için hazır olmam gerekiyordu. Takınabildiğim en yavşak tavırla gideceğimi söyleyip elimle “bay bay” anlamına gelen hareketler yaptım. Sonra çocuğun elinde duran ipoda yöneldim.

Hayır gelmiyordu. Çocuğun eli pense gibi kapatmıştı aleti. Biraz zorlarsam alabileceğimi fark ettim ama bu da karşı taraftan gelecek tepkiden de korkuyordum. İneceğim durağa da iyiden iyiye yaklaşmıştık. Ayağa kalkmak için hareketlendiğim sırada veledin elinden ipodu çekip aldım. Pis pis baktı. O 3-5 saniyede fırtına öncesi sessizliği hissettiğime yemin edebilirim.
Sonra “ne yapabilir ki” diye düşündüm. Ondan daha iri, daha güçlü ve daha zekiydim. Karşımda risk oluşturabilecek en ufak bir parametre bile olmamasına rağmen tuhaf bir tedirginlik hissediyordum.
.....
Bugün hala aynı düşüncedeyim: Lan oğlum şimdi olaya ananı karıştırmanın ne gereği vardı?

2 Aralık 2010 Perşembe

Spiritüel Denyo Oldum

 
“Aaa, olur mu hiç! Hepimizde dışarıya verdiğimiz bir enerji ve bu enerjinin frekansıyla rengine göre değişen ruh halleri vardır.”

“Yuh!” Diye geçirdim içimden. Bir enerjinin nasıl renk sahibi olabileceğini kafamda canlandırmaya çalışırken, masada bir anda sessizlik olduğunu farkedip tekrar konuya döndüm. Çevremdeki herkes anlamsızca bana bakıyordu. Bilhassa masadaki kızların kocaman olmuş gözleri –bir bayanın iğneleme bakışı doğada 10 aslan gücüne tekabül eder- ve geri kalan erkek grubun genel ilgisizliği üzerine içimden geçirmem gereken yuh’u masanın orta yerine bırakmış olduğumu fark ettim. 4 tane kızgın, 1 tane alıngan ve 2 tane de ilgisiz göz beni izliyordu. “Haydi bakalım Çağlar” diye düşündüm. “Çık şimdi işin içinden...”

*****

Bir saat öncesine kadar gayet seviyeli giden muhabbetimiz, Selin’in bir arkadaşıyla konuşması ve konuştuğu arkadaşına oturduğumuz yeri tarif etmesiyle bozulmuştu. İlk başta dikkatimi çekmeyen ve oldukça sıradan gelen bu yeni eleman, bir süre sonra kıyafet, yatak, aksesuar seçiminde insan enerjisinin önemi gibi bir konuya girecekti. Ama o an bundan habersizdim ve masada dönen Umut Sarıkaya karikatürleri konulu bir eğlenceye yoğunlaşmış durumdaydım. Yeni eleman ise her zoraki entegrenin mutlak kaderini paylaşmış ve masanın en yancı kısmına oturmuştu.

Amerikan dizilerinden açılan bir muhabbette bir an yeni gelenle Selin’in kıyafet seçimi üzerine konuştuklarını duydum ama aldırmadım. HBO’nun dizilerini övmeye odaklı bir konuşmanın tam ortasındayken Selin’in “aa nazar boncuğu mu o” yakarışı tüm lafımı ağzıma tıkarak ilgiyi yeni-gelen’e kaydırdı. “Selin tıktın ağzıma tüm lafı” diyerek savunmaya geçmeye yeltendim ama Selin’in “Koray bu konulara çok meraklıdır” cümlesiyle tekrar susmak zorunda kaldım. Selin seri çalışıyordu ve üçüncü kez kelimeler ağzıma tıkılmasın diye susmak durumunda kaldım.

İşte masanın yancısının, baş konuşmacı haline gelmesi tam bu esnada başlamıştı. Koray susarak beklediği tüm dakikaların acısını çıkarırcasına susmuyor, sürekli insan doğasından ve insanın doğayla iletişiminden bahsediyordu. Önce “deli lan bu” dedim. Ama sonra fark ettim ki masadaki tüm kızların ilgisini çekebilmiş olmak, delilik sıfatını bastırıyordu. Dinlemeye çalıştım. İnsanın enerji topağı gibi bir şey olduğunu, ölünce bu enerjimsi şeyin serbest kaldığını ve insanın bir çok kez dünyaya gelip titreşimleri düzeltmeye çalıştığını, içine bolca kozmoz, evren, spiritüel gibi terimler ilave ederek servis ediyordu. Benim o güne kadar öğrendiğim tüm teknik enerji terimleri, Koray’ın manevi enerji dünyasıyla uzaktan yakından alakalı değildi.

“Nasıl ya” diye ortaya atlayacak oldum, masadaki başka bir duyarlı-dinleyicinin kafasını çevirmeden “şş dur bi” ikazıyla geri püskürtüldüm. (Şş’le başlayan emir cümleleri ormanda 10 karınca gücünde aşağılayıcıdırlar)

“Ve kare bölü iki ge” demeye kalktım, bu sefer bir allahın kulu sallamadı.

Sinirden ağlayacak gibiydim. Hayatın anlamını çözdüğünü iddia eden bir ambiti tüm masayı aurasına almış, beni o auradan siktir etmiş ve tüm pozitif ilgiyi bilimsel hiç bir dayanağı olmayan cümlelerine çekmişti.

“Entropi felsefesi...” diye cümleye başladığında ben tuvalete doğru kaçmak üzereydim ve cümlenin geri kalanını duymadım. Lavabonun aynasında kendime baktım, dişlerimi kurcaladım, saçlarımla oynadım, kendime dil çıkardım ve tekrar masaya döndüm.

Masaya oturacağım sırada “Aaa, olur mu hiç! Hepimizde dışarıya verdiğimiz bir enerji ve bu enerjinin frekansıyla rengine göre değişen ruh halleri vardır.” diye bir cümle kurdu.

“Yuh” dedim.

İçimden.

Yüzüne karşı.

*****

Şimdi mi?

O günün verdiği sinerjiyle çakralarım açıldı ve artık Selin’le görüşmüyorum. Koray’ı o günden sonra bir kaç kez farklı ortamlarda, benzer ilgiyle dinlenirken gördüm. Bir keresinde bakıştık, “ananı sikeyim, ananı” diye negatif enerji gönderdim. Kafasını çevirdi...

23 Ekim 2010 Cumartesi

Zor Değil Aslında 'zor' Olan


Hep bir işin zor kısmı bitince, iş de bitmeli diye şartlandık. Ama oysa asıl sorun, bizim korku tanımlarımız arasında kendine yer edinenler değildi asla. Zor değil 'kolay’dı en zor olan. Çünkü zor bir şey karşına çıktığında kendini en kötüsüne göre, en şiddetlisine göre hazırlarsın. Ama kolaylar... Kolaylar en beklemediğin anda seni savunmasız yakalayanlardır. Kolaylar, tüm programını bozup, seyreden bir sürecin akışını değiştirendir. Bu yüzden zorluklar değil, zorluklar sonrası kolaylıklardan sakınmalı insan asıl.

22 Temmuz 2010 Perşembe

OZ Üzerine

O Z
 

1997-2003 yıllarında 6 sezon olarak yayınladığı ve hikayenin geçtiği Oswald Hapishanesi'nde yaşanan olayların oldukça sert olarak aktarıldığı HBOdisizidir.HBO'nun 50 dakikalık dizi standardında yayınlanmış ilk yapım olma özelliğini de taşır. Dizinin geneli Oswald Hapishanesi'nde özel bir birim olan ve kısaca "Em city" olarak bilinen "Emerald City'de geçer. Mahkumlarınn hem kendi grupları hem de diğer hapishane sakinleri arasındaki güç savaşları ve cinsel isteklerini diğer mahkumlarla gidermeye çalışan çarpık düzenin oldukça sert bir üslupla anlatımı dizinin genel olarak odaklandığı noktaların başında gelir. Henüz seyretmediyseniz bu yazı size fazla bir şey ifade etmeyecektir, ama izlediyseniz bu diziyle ilgili sunacağım ek bilgiler ilginizi çekebilir.
Aşağıda yazdıklarımın büyük bir çoğunluğu imdb'de yer almaktadır. Görürseniz şaşırmanızı istemem.
İlk olarak yine aynı dönemlerde yayınlanan diğer HBO dizileri olan Sopranos ve Six Feet Under'dan göndermeler bulunmaktadır. Sopranos'un A.J'i Robert Iler; kendi kimliğiyle Oz'un bir bölümünde gözükmüştür. Six Feeet Under'da ise Oz, Keith karakterinin oldukça sevdiği bir dizidir ve ara ara izlerken Oz'dan sahneler görürüz.



Cyril ve Ryan O'Reilly adlı iki kardeş karakteri canlandıran Dean Winters ve Scott Williams Winters, gerçek hayatta da kardeşlerdir.
Tim McManus'u canlandıran Terry Kinney ve bir idam mahkumu olan Shirley Bellinger'ı canlandıran Kathryn Erbe, dizinin çekildiği zaman da dahil olmak üzere 2006 yılına kadar evli kaldılar.
,
Açılış kısmının sonunda yer alan Oz dövmeli kol, dizinin yaratıcısı Tom Fontana'ya ait.
Açılış boyunca özellikle ana karakterler olmak üzere hiç bir mahkumun yüzü, sahnenin kesilmesi yüzünden görünmemektedir
.


Mahkumları oynayan bazı oyunculara uygulanan katı bir ceza ise; sete gelmemeleri ya da geç gelmeleri durumunda sonraki bölümde, oynadıkları karakterin ölmesi ya da tecavüze uğramasıydı.

Dizideki Poet karakteri Craig muMs Grant, okuduğu şiirleri gerçekten kendisi yazıyordu.
Pancamo'yu canlandıran Chuck Zito ve Poet'i canlandıran Craig muMs Grant oyuncu ekibinde daha önce hapishanede bulunmuş tek oyunculardır.
Dizi boyunca Vern Schillinger'ın soyadını doğru bir şekilde telaffuz eden tek kişi Kareem Said'dir.

Devamında SPOILER vardır. O yüzden izlemediyseniz ya da izliyor ama henüz izlemeyi bitirmediyseniz okumanızı tavsiye etmiyorum.

Dr. Nathan, Hemşire Carol Grace'in geçmişine baktığında, hemşirenin daha önce St. Eligius Hastanesi'nde çalışmış olduğunu görür. Bu, 80'lerde yayınlanan ve Tom Fontana'nın da yazarlarından biri olduğu "St. Elsewhere" dizisindeki hastanedir.
3. Sezonda bölümünün özelleştirilmesi sonucu revir, Weigart Corporation adında bir şirketin yönetimi altına girmişti. Bu aynı zamanda Tom Fontana'nın yazarlarından biri olduğu St. Elsewhere adlı dizideki hastaneyi satın alan firmanın adıdır.
Diane karakterinin diziden ani bir şekilde ayrılmasının sebebi, bu karakteri canlandıran Eddie Falco'nun başka bir HBO dizisi olan Sopranos'ta yer alıyor olmasıdır.
4. sezon finalinde dizinin yeni bir sezon daha yapıp yapmayacağını bilmeyen ekip, dizinin bitmesi ihtimaline karşı Beecher'ın şartlı tahliye görüntülerini çekti. Fakat sonra dizinin uzayacağı garantilenince bu görüntüler Beecher'ın hayali olarak kullanıldı.

30 Mayıs 2010 Pazar

Biranın Faydaları

Biranın Faydaları
1) Makul ölçülerde bira tüketmek vücudu mide kanseri ve ülserden koruyor. Mideyi 'helicobacter pylori' isimli mikroba karşı savunuyor. beer
2) Araştırmalar 'bira göbeği' tezini çürüttü. Bel bölgesindeki yağlanmayla bira arasında herhangi bir bağlantı yok. beer-2
3) Hergün düzenli bir bira bardak bira içenlerde Tip 2 diyabet riski azalıyor. FOD065
4) Kötü huylu kolesterolünüzü düşürmeye yardımcı oluyor ve göğüs kanserine karşı da oldukça etkili bir savaşçı. beer1
5) B6 yönünden oldukça zengin bir içecek olduğu için kalbiniz açısından da yararlı bir içecek. Kalp krizi riskini azaltarak kanınızın daha akışkan olmasını sağlıyor. beer-l
6) Finlandiya'da yapılan bir araştırma hergün düzenli içilen biranın böbrek taşı oluşma olasılığını yüzde 40 azalttığını ortaya koydu. Beer glass closeup
7) Bira kolesterolünüzü düşürüyor. B grubu vitaminleri yönünden oldukça zengin. Lifli gıdalardan almanız gereken ihtiyacın yüzde 20'sini bir bardak bira karşılıyor. Bir büyük bardakta toplam 200 kalori bulunuyor. large1
8) 50 yaş üstünde oluşabilecek bunama gibi problemleri yüzde 42 oranında azaltıyor. Fakat eğer ağır içiciyseniz bu risk yine artıyor. carlsberg
9) Dark biralar normal biradan daha fazla katarakt veya yaşla ilgili göz problemlerine karşı gözü koruyacak antioksidanlar içeriyor. dark
10) Tüm bu özellikleri olmasa bile bira dünyadaki en harika içecektir... Keyif verir! img_funwithfonduelg_1



Kaynak: biralar.blogspot.com

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Fotoğraf Makinasını Oyuncak Sanan Sanat Öküzleri

Sinema sektörüne gönül veren bir insan evladı olduğum için film çekimi ve benzeri teknik konularda az biraz bilgim oluştu yıllar içinde. Zaten ilgilenenler bilirler; fotoğraf çekmek ile film çekmek bazı noktalar dışında, başlangıç düzeyinde bariz benzerlikler gösterirler. Genel kompozisyon kuralları, ışık kurulumları, renk değerleri, psikolojik etkenler ve kamera/fot.mak. gövdesiyle ilgili teknik detaylar hemen hemen aynıdır. Bu sebeple fotoğraf ya da filmcilik ile uğraşıyorsanız, diğer sektörden de az-çok haberdarsınız demektir.

Bunları neden söyledim?
Sadece SLR'lar varken çok sorun yoktu. Banyosudur, tabıdır falan derken, genelde gerçekten bu fotoğraf sanatıyla ilgilenenler uzun süreli olarak bunlarla uğraşıyorlardı. Sonra gün geldi, devran döndü, D-SLR denen dijital mucize gerek performansı gerekse düşük fiyatı ile oldukça geniş bir alana yayıldı. Günümüzde orta sınıfların fiyatları 700-3000 lira arasında değişiyor. Bu da herkesin olmasa bile, pahalı bir oyuncak sevdasına düşenlerin karşılayabileeği bir değere tekabül ediyor. Toplumda bu sevdalıların çoğalması ile de, aşağıda özelliklerini vereceğim tuhaf bir insan türü oluşmaya başlıyor.

Fotoğraf Makinasını Oyuncak Sanan Sanat Öküzleri Kimlerdir?
Bu tiplerin amaçları genelde fotoğraf çekmek değil, fotoğraf karesinde görünmektir. Ama kendileri de ne istediklerini bilmezler. Dikkat ederseniz çektiği 100 fotoğrafın 80'inde kendisi gözükmektedir zaten. Çünkü hedefindeki mutluluk kameranın arkasında değil, önünde olanıdır. Bu yüzden teknik detayları çok merak etmez ya da öğrenme isteğinde bulunmazlar.

Fotoğraf makinası kendileri için iphone'dan farksız bir aksesuar olduğu için, amaç sanat üretmek değil, gösteriş yapmaktır. Bu sebeple onların fotoğraf makinalarını asla ait olduğu yer olan kabında değil, sürekli kıçlarına-başlarına asılı olarak gezinirken görürsünüz. Bu konuda her hangi bir suçlamaya karşı kendilerini "yha hacı bn ani bişi ykalrsam die tşıorm yafs =( =( =(" şeklinde savunan bu insanların büyük bölümünün bahsettiği ani şey kuş, simitçi ve selpakçıdan öteye gitmez.

Haklarını yemeyeyim; diyafram nedir, alan derinliği nedir, enstantene nedir... gibi bir kütüğün bile cevap verebileceği şeyleri bilirler. Ama deneyim sıfır olduğu için, f2.0 ile f4 arasında nasıl bir fark oluşabileceğini pek bilmezler. Kit lensi tam olarak algılayamadan 50mm f1.4 gibi kendi levellarının üstündeki aksesuarlara özenirler. Sebebi de daha önce dediğim gibi, basittir, amaç gösteriştir.

Makinanın çoğu modundan bihaberlerdir. Fakat Canon 5D Mk II gibi ellerine aldıkları takdirde sikseniz kullanamayacakları makinaları arzularlar. Arabayı yokuşta kaldıramayan adama kamyon emanet etmek gibi bir şeydir bu.

Kendileri gibi şekilcilerle genelde internet vasıtasıyla tanışırlar. Fotokritik ve Deviantart bunların oyun alanlarıdır. Mehmet Turgut'u delicesine sever ve ilk fırsatta beraber fotoğraf çektirip porfolyalarına koyarlar. Çektikleri fotoğraflara aldıkları yorumlar, kendilerinin diğer fotoğraflara verdiği yorumlarla aynıdır: "Emeğine sağlık. Işığın bol olsun. Kadrajına zeval gelmesin" gibi, sitcom dizisinden çıktığı sanılan tuhaf saygı ifadeleri.

Cin olmadan adam çarpmak istedikleri için, yukarıda belirttiğim gibi, sanat değil şekil önemli olandır. Bu yüzdendir ki, her fotoğraflarında gereksiz kaşlar, kaçırılmış renkler, tuhaf sözler ve en önemlisi imza vardır. İmza dediğin orjinal işe atılır, senin olduğunu belirtir. Sen neyi çektin de neye imza atıyorsun? Ha, tabi bir de muhakkak kendi adlarına, sonunda photography ekli bir siteleri de vardır. Misal: Salağın adı Ahmet Götübüyük olsun, bu kişinin muhakkak ahmetgotubuyukphotography.com diye sitesi vardır.

Kendilerine fotoğrafçı derler.
Fotoğraftan para kazanmak isterler.
Estetik ve ışık bilgisi almadan, güzel bir modelle nü çalışmak isterler.

Şımarık çocuklardan farksızdırlar.
Gereksizdirler.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Rakıname

Çok sevdiğim bir eserdir. Paylaşmak istedim. 

İçmesinin bilene
Zevk-ü sefadır.
İçme'yi bilmeyene
Cevr-ü cefadır rakı.

Bir münasip mikdarı
Muhabbet anahtarı
Kaçırırsan ayarı
Can'a ezadır rakı.
 
Ne dert kalır, ne keder,
İçeni mes'ut eder.
İçebilirsen eğer
Ruh-u ciladır rakı.

Ham ervahsan yanaşma
Arif'sen ondan şaşma,
İç ama, haddi aşma
Ferahfezadır rakı.

Yarattığı ahengi,
Ne saz verir ne çengi,
Terbiyenin mihengi
Dense sezadır rakı.

Beyaz peynir, domates,
Yanına bir kavun kes,
Çiğ köfteyle ne enfes
Bir iptiladır rakı.

Biraz tuzlu leblebi,
Jadehin billur leb'i,
Dudakları öpmeli,
Yoksa hebadır rakı.

Ehli kemal olana
Zevkle hem'hal olana,
Sohbette tad bulana,
Yar'ı vefadır rakı.

Misten ala kokusu,
Ana sütü gibi su,
Şu ki sözün doğrusu
Müstesna ma'dır rakı.

Dost bezminde sohbette
Neşe-i muhabbette
Her manevi lezzete
Bir vasıtadır rakı.

Nükte, cinas anlayan
Ahengi-i bezm'e uyan,
İçip zırvalamayan,
İşte o'nadır rakı.

Eşek içince zırlar,
Köpek içerse hırlar
Kedi içse tırmalar,
İnsanlar'adır rakı.

Al kadehi eline,
Dokun gönül teline,
Muhabbet alemine,
Bir merhabadır rakı.

Adabı, erkanı var,
Zamanı mekanı var,
Kimin ki iz'anı var,
O na şifadır rakı.

Gönül dargınlarına,
Vefa kırgınlarına,
Hayat yorgunlarına,
Haza devadır rakı.

Mirkelamoğlu der ki:
Had bilmezsen eğer ki,
Öyle rüsva eder ki,
Başa beladır rakı.


Necip Mirkelamoğlu

9 Mayıs 2010 Pazar

Öğrenci Milletinden Nasıl Bıktım

Kimse “lan sen sanki öğrenci değilsin” falan gibi laflar etmesin. Eskişehir’de yaşadığım şu kadar sene boyunca yemin ediyorum bıktım öğrencilerden. Bilhassa da aileden koptuğu anda kendini ipini de koparmış ilan edip bokunu çıkaranlardan bıktım. Bundan sonra ilk ev değişimimi kesinlikle ailelerin yaşadığı bir apartmana yapacağım. Gerekise kız arkadaşımla geldiğimde kaş göz yapan yaşlılar olsun, gerekirse bir arkadaşım geldiğinde en ufak tıkırtıda alttan çat çat vuran zebani gibi komşular olsun. Yine de aile apartmanına taşınacağım.

Gecenin bir yarısı güruh halinde toplanıp, ahırları addettikleri evlerinde bağırma konusunda rekora koşan öğrencilerden başlayayım. Bunlar özellikle insanların uyuduğu odalara yakın yerlerde toplanırlar. Sahip oldukları hayvanlık, genlerinden geldiği için diğer insanları rahatsız edebilmenin en kilit noktalarını elleriyle koymuş gibi bulurlar. Hele bir de okey vb. oynuyorlarsa, hele bir de yanlarında kız varsa...  O zaman gecenin bir yarısı uykunuzdan kalkıp kapılarına dayandığınız ve en ufak ters bir harekette ağzının ortasına bir tane indireceğiniz için siz suçlu olursunuz.

Bunların dışında yaşadığı yeri club sanan eller-havaya hayvanları vardır. Bunlar da doğuştan eksik donanımlı oldukları için kendilerini müziğin ses seviyesiyle tamamlamaya çalışırlar. Ses dalgaları yüzünden apartmanın rezonansa girmiş olması onların sikinde bile değildir tabi. Ertesi gün finali olup, gecenin 3’ünde tüm apartmanda yankılanan bir İbrahim Tatlıses şarkısı ile uykudan  uyanmanın ne demek olduğunu bana sorun sevgili okurlar. Uyku sersemliğiyle sesin nereden geldiğini algılayamayıp, siz kendinize gelene kadar müziğin kesildiğini ve hissettiğiniz tüm öfkeyi sesin geldiği yeri bulamadığınız için içinize atmak zorunda olduğunuzu düşünün. Böyle böyle katil oluyor demek ki insanlar.

Onun dışında öğrencilerin yoğunlaştığı apartmanlarda genelde apartman yöneticisi devamlı olarak değişir. Çünkü bu tür apartmanlarda yönetici olmak, hayatının 30 yılından feragat etmek demektir. Çünkü o öğrencilerin çoğu alkole, sigayara yatırdıkları paranın 10’da biri kadar olan bir rakama tekabül eden apartman aidatını vermezler.

Vallahi fena doluyum bu öğrenci milletine. İnsan gibi yaşamayı bilen dostlarımı tenzih ediyorum tabi ki. Fakat geri kalan hayvani güruha elektrikli tasma takılmasını öneriyorum. Köpek bile elektriği yiyince anlıyor ne yapmaması gerektiğini. Bunlar da anlar her halde. Yoksa gazeteyle falan kafasına vurarak eğitemeyeceğiz bu öğrenci görünümlü hayvani canlıları.

Breaking Bad Hakkında

Sopranos’tan sonra izlediğim en tutarlı yapım. Her bölümü büyük bir iştahla izliyorum. Durum böyle olunca, burada da bu dizi ile ilgili bir şeyler yazmak istedim.

Bilen bilir, dramalar barındırdıkları gerçeklik ile daha çok ilgimi çekerler. Bir dizi yapıyorsanız önünüzde iki seçenek vardır: Ya olayları tamamen 3. Bir şahıs gibi dışarıdan, yazar olarak müdehale etmeden izlersiniz ya da olaylara müdehale eder ve fantezi dünyası oluşturursunuz. Günümüzde çoğu yapım ikinci strateji üzerinden giderek ana akım izleyicinin hoşuna gidecek, gerçeklikten uzak kurgulara sahip dizileri çekmeyi tercih ediyor. Bu bağlamda Breaking Bad, Sopranos ya da Mad Men gibi yapımların cesur atılımlar olduğunu belirtmek lazım. Senaryoda izleyici çekebilmeniz için karakter ve kurguyu en iyi şekilde optimize etmeniz gerekmektedir. Hayali ürünler, yapıları gereği karakterden ziyade kurgu kısmına odaklanırlar. O sebeple o tür yapımlarda sizi çeken şey karakterlerin derinlikleri değil konunun işleniş biçimidir. (Carnivale, buna iyi bir örnektir) Gerçekçi hikayelerde ise karakterler derindir ve bunların geçirdikleri değişimler ön plandadır. (Bu konuda örnek olarak da Mad Men, Sopranos ya da Six Feet Under’ı verebilirim)

Şimdi bunlardan sonra gelelim Breaking Bad’e...

Breaking Bad, yukarıda ‘gerçekçi’ olarak tanımladığım gruba dahil. Asıl hikaye uyuşturucu üreticisi olma sürecini yaşayan, sıradan bir kimya öğretmeninin başından geçenler olsa da; odak noktasında ana karakter olan Walter White ve onun yakınlarının değişim süreci var. Senaristler ise bize izleyici olarak istediğimizi değil, gerçek bir hayatta bunlar yaşansaydı neler olabileceğini gösteriyorlar. Bu açıdan dizideki her hangi bir karakterle özdeşleşmemek mümkün değil.

Diğer yandan, dizinin bu derin karakter tablosu oldukça iyi işlenmiş bir olay örgüsüyle besleniyor. Ani efektler ya da zorlanmış sahneler olmadan en büyük gerilimi yaşayıp, ağlayan bir karakterin ruh halini televizyon-bilgisayar başında hissedebiliyorsunuz. Cast seçiminin mükemmel olduğu gerçeğini yadsıyacak değilim tabi ki ama teknik ekip de bu konuda işini bilen insanlar. Işık renk ve şiddetleri, kamera konumları, sahne geçişleri vb. teknik detaylar çok ince düşünülmüş bir proje olduğunu gösteriyor. (Zaten ilk sezondan sonra set ekibindeki ani değişim, prodüktörlerin işin ciddiyetini anladıklarının göstergesi olsa gerek)

Oyuncu seçimine ise bir şey diyemiyorum. Karakterleri canlandıran oyuncular kendilerinden bekleneni gerçekten fazlasıyla karşılıyorlar.

Takip ettiğim onlarca diziden her hangi bir tanesini Breaking Bad’den sonra izleyemiyorum. Çünkü normalde ayıla bayıla izlediğim diziler (Lost, House MD, Fringe...) Breaking Bad’den sonra öğrenci projesi gibi gelmeye başlıyor.

Umarım Walter White’ın ömrü yeter de daha uzun süreler bu diziyi izleyebiliriz. =)

Ayı Hayvanı

Coca Cola'nın kutuplarda yaşayan ve aşırı sevimli bir aile yapısı çizen kutup ayıları, Ayı Yogi, Winnie the Pooh denen eşcinsel yaratık, 80'li yıllardan ileriye geçememiş erkeklerin sevgililerine hediye olarak verdikleri peluş ayılar...

Bugün bakarsak; "ayı" kelimesi ya sevimli bir çizgi film veya peluş karakteri ya da toplum içinde nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen insanları aşağılamak anlamlarını çağrıştırıyor. Koşmak ve ısırmak dışında bir boka yaramayan aslan, kaplan gibi hayvanları överken; doğanın en 'belalı' canlısını sallamıyoruz bile.

Bugün sizlere ayılar hakkında bilinmeyenleri göstermek için bunu yazıyorum. Bir bakın bakalım, o yağ torbası gibi hayvan aslında neler yapabiliyormuş.


Bilimsel sınıflandırmasına girmeyeceğim. Merak edenler Wiki'den detaylı bilgi alabilirler.

Günümüzde yaşayan sekiz tane ayı türü var: Boz ayı(Türkiye'deki ayılar bundan), Amerika siyah ayısı, Asya siyah ayısı, Kutup ayısı, Malaya ayısı, tembel ayı, büyük panda ve gözlüklü ayı.

Ayılar, sanılanın aksine oldukça hızlı koşarlar. Eğimli ve düz zeminlerde saatte 50 km hıza kadar çıkabilirler. Bu da onlardan koşarak kaçamayacağınız anlamına gelir.

Tilkiden daha kurnaz canlılardır. Arı kovanını taş atarak düşürmek, tuzak kurmak, ağaçtaki bir şeyi düşürmek için ağacı sarsmak gibi davranışları vardır. Yani, ayıdan kaçarken ağaca çıkmanız da pek akıllıca bir çözüm olmayacaktır. Ayrıca ağaca çıkabilen türleri de vardır.

Oldukça güçlü bir hayvandır. "Dur iki güreş tutayım" diye yaklaşmanız durumunda tek pençesiyle bedeninizi ikiye ayırabilecek kuvvetle saldırabilir.

Oldukça duygusal ve kincidir. Anne ayı, yavrularını korumak için oldukça saldırgan olabilir. Yavrusunu kaçırmaya çalışan insanlarından birini uçurumdan yuvarlayıp, diğeri için geri dönen ve onu da öldüren ayının hikayesi gazetelere çıkmıştı. Ne olursa olsun, yavru ayı görürseniz kaçın. Annesi yakınlarda olabilir.

Balina avlayabilen iki canlıdan biridir. (Balina avlayabilen diğer canlı insandır)

Penisinde kemik olan tek canlıdır.

Genellikle saldırgan değillerdir ama oldukça meraklıdırlar. Piknik yaparken yanınıza bir ayı yaklaşmışsa, muhtemelen sizin çıkardığınız ses ve kokuları merak edip gelmiştir. Ayılar, doğrudan bir saldırı görmedikçe (yavrusu olan dişi ayılar hariç) insanlara saldırma eğilimi taşımazlar.

İyi yüzücülerdir ve suyla araları oldukça iyidir. Göz-kas koordinasyonları iyi gelişmiştir. Akarsuda oldukça iyi somon avı yapabilmektedirler.

Ayrıca, eski bir deyiş vardır: “Ormanda çamın bir iğne yaprağı düştüğünde bunu bir kuş görür, bir geyik duyar ve bir ayı koklar."


Şimdi soruyorum: Ormanın kralı ayı değilse, kimdir?

6 Nisan 2010 Salı

Mühendislik ve Kişisel Gelişim Üzerine Yazılar V3

Karşılaşacağınız Tablo:

Emre:

Bu çilekeş durum içerisinde işverenin karşısına gittiğinizde size bir officeboydan daha az ücret verebileceğini ve sizin de adamın işlerine yardım edebileceğinizi beyan eder. Vereceği ücret ve sağlayacağı değerleri hiçe alsanız adamın tavrı içinizi incitecektir. İşin en garip ve doğumsuz yanı ise o okuduğunuz %1 C’lu çeliklerin ısıl işlemleri veya türbülanslı akıştaki girdap fonksyonu veya tornada takım açısının işveren tarafından hiç bilinmediğini ve bilinmesine de ihtiyac olmadığını göreceksiniz bir çoğu zaman. İş verenin kültürel toplamını analiz edip sinirden dişlerinizi birbirine vurmanız bile olası.

Tüm bunlarında dışında hiç gerek olmasa bile ingilizce soranlar mı istersiniz, size gelecekteki getirisi ve götürüsünü bile bilmediğiniz bu işte, iş yeri açmayı düşüneceğinizi soranları mı ya da asgari ücretle saatleri belli olmayan şantiye çalışmaları teklif edenler mi?

Tüm bunlara ek olarak hakkını bulan mühendislerin ne konumlarda olduklarını çok çok iyi biliyorum. Ama şu okuldan sonraki süreç bu şekilde... Herkes kendini hazırlasın ve Arçelik, Alarko hayallerini ciddi torpilleri, tanıdıkları yoksa ikinci bir bahara ertelesin.

Ayse:

Sen Emre’ye bakma Emrah. Emre hep bardağın boş tarafını görür. Dedikleri doğru tamamen, hiç birşey demiyorum ama Emre' nin bahsettiği yerler genelde doğalgaz firmaları yani sektörün en berbat yerleri! Zaten benden size tavsiye: Doğalgaz sektörüne aç kalırsanız. Tamah edin yoksa iş görüşmesine bile gitmeyin.


Bu arada erkeklerin askerlik sorunu olabilir ama bizim de, yani bayanların da, bayan olma sorunu var. Ben yazın çalıştım bir kaç ay kadar. Taşeron firmanın sahibinin kardeşi size kendi eğitim seviyesine, kültür seviyesine bile bakmadan asılacaktır. işçiler siz emir verirken tabiri caizse sizi sallamayacaktır. Atelyede gezerken size uzaylı gibi bakacaklardır falan filan...


Neyse çalışma hayatı berbat bir hayat ama eğer kendinizi kabullendiririseniz de keyfi bambaşka olacaktır. Tabi bu tecrübe ile olacaktır. Kimse sizi mezun olunca kırmızı halılarla karşılamayacak ne yazık ki... Bu da hayatın bir gerçeği. Okulda bize iş hayatında yapacağımız bazı kurnazlıkları mesela bir kalite kontrol elemanını nasıl kandıracağımızı öğretmiyolar. Onu siz kendiniz öğreniyorsunuz ama okul size işçilerden ve patrondan nasıl farklı düşüneceğinizi öğretiyor... Okulu o kadar da boşa atmayın derim ben. Okulda öğretilen herşeyi iş hayatında kullanacağınızı kimse söylemiyor zaten... Ama kullanmayın da demiyor. “Bu ne böle ben bunu nerde kullanıcam” dediğiniz ne basit şey bazen karşınıza büyük bir sorun olarak çıkabilir. Okulda öğretilenleri nerde kullanacağınızı da sizin kestirmeniz gerekiyor ayrıca.

Hayat o renklikapaklı cin ali ya da ayşegül'ün günlük maceralarını anlatan kitaplardaki gibi toz pembe değil belki ama siyah da değil o rengi biraz da siz veriyorsunuz hayata. mesela benim hayatım her zaman kurşuniydi çünkü ben hep öle kalması için baya çaba sarfettim hala da öle yani kurşuni. kısacası hayat sizin tualinizdeki renklerden ibaret siz nasıl boyarsanız o rengi alır.

Espinado:

ilk işe başladığınızda kesinlikle mühendis kasıntısıyla ortalıkta dolaşmayın. birşeyi bilmiyorsanız bunu söylemekten çekinmeyin. ama ikinci defa sormamak için iyice öğrenin. En başta paraya fazla önem vermeyin ama prestijli bir yerde başlamaya bakın. Biraz deneyim kazandıktan sonra kendinizi satın. İlk deneyiminiz iyi bir yerde olursa önünüz açık olur. Mahalle tesisatçılarında (burdan kasıt tabii ki ufak doğalgazcılar vb.) falan sakın takılmayın. Gidin tezgahtarlık yapın.

Erkan:

slm arakadaslar 2005 mezunu olarak karşılatığım sorunlar ve sorunalrın çzöümüne dair bir kaç tavsiyede bulunmak isterim,

önce kendimden başlayayım neler yaptım mezuniyetten sonra,

2005 haziran da okul bitikten sonra 8-9 ay beyaz eşya sektöründe yanb sanayi olan bir firmada üretim mühendsiliği yaptım çalışan sayısı yaklaşık 40 kişi falandı her sşeye ben koştururdum başımda bana işi öğretecek bir mühendsi bile yoktu ustalar ise feleğin çemberinden geçmiş mühendisi kendisine rakip göecek kadar felaketlerdi. bense toy mühendis bırakın unhv yi, o zamana kadar hiç bir yerde çalışmamış toy bir mühendis işte:)  sorumluklarım üretim planlama-üretim-kalite kontrolüydü ki ( şuan çalıştığım yerde bu işler in yapıldığı yerler kendi başına ayrı birer bölüm ve yaklaşık 15 mühendis tarafından yapılıyor) ben bunlar hakkında zerre kadar bilgim yok, öğreten yok zaten onlar da bilmiyo ... neyse burda teknik anlamda hiç bir şey öğrenmeden hep kendimden vererek bir şeyler yapmaya çalıştım... ama burda çalışmamın nednei çalışırken yuksek lisans yapma fikrimdi anca boyle bir yer bana yuksek lisansda okula gitme için iizn verebilirdi ( büyük firmalar daha acımazsız bu konuda) neyse ben yuksek lisansdan başka nedenlerden dolayı vazgectim.. orda 8 ay çalıştım sorna ansızın karar değiştirerek askere gittim. bu iş yerinde tek kazancım çalışma hayatında kimden ne zaman ve nasıl kazık yiyebileğimi deneyimle iyi bir şekilde öğrendim.. sonra askere gittim. geldim 10 gun sonra alman sermayeli üyük bir otomotiv yan sanayisinde üretim mühendisi olarak işe başladım.burda kaynak mühendisi ve yeni projelerdensorumlu mühendis olarak çalışmaktayım. her gun yeni şeyler öğrenmekteyim. kalite sistemi neymiş nasıl yapılır uygulanır üretim nasıl olur planlanır hersey hersey uzun lafın kısası eski işimde 8 ayda öğrendiğimi abartmadan söyleleyim burda 1 haftada öğreniyorum. halen kendimi toy hissediyorum bazı taşlar yeni yeni oturmya başlıyor. zaten en zaman ben piştim oldum sdersen o zaman bitiyorsun ben bunu gordum. ama eski iş yerimde geçirdiğim 8 ay için asla pişman değilim sonucta işe alınırken bu adam 8 ay çalışmış deneyimi var dedi:)

şimdi asıl söylemek istedeiklerim şunlar

1. kesinlikle yabancı diliniz iyi olmalı. asla kendinizi küçük gormeyin o buyuk şirketlerde klas takılan kişilerin ingilzicelerini gorunce insna hangi organı ile güleceğini şaşırıyor. ama ingilizcenize sahip çıkın ii geliştirin. zaten adamların felsefesi şu özelikle buyuk şirketlerde ; deneyimsiz olman biizm için sorun değil biz sana işi öğretiyoruz ama işi öğrenmen için yabancı dilin olmalı. ama cizilecek en kötü tabloda benim gozumde şudur kişi lisede hazırlık okumuş unv de hazırlık okumuş ama CV sinde hlen ingilizcesini orta seviye oarak gosteremekte eger cdden oyleyse adama gerizekalı gözüyle bakarlar bende öyle bakarım. inan bana size ilk zamanlar isminzile hitap eden insnalar eger ingilizceniz iyi ise ve bunu onlarda gördükten sonra bey diye hiap etemeye başlıyorlar. tecrübe ile sabittir. kıyafetinzie dikkat edein dönem yer kürküm ye devri. burnuzu biraz olsun havada olsun. inan bir şey kaybetmiyornsuz.

2.  soru sorma konusunda en özgür olduğunuz ortam okul sıraları hocaları sıkıştırın soru sorun bunaltın. inanın iş hayatında bunlara kolay kolay cevap alamıyorsnuz. insanlar biliyor ama seninel paylaşmak istemiyrlar ( yabancısı turku hep aynı kendimden biliyom) o yzuden okul sıralarının kıymetini bilin. konuları öğrenirken ders gibi değil de açaba çalışma hayatında ben bu yöntemi kullanarak üretm vb yapmaya kalkışsam nerden başlarım ne gibi ekipmana hangi özellikli ekipmana ihtiyacım olur gibi kafanzıda kurgular kurun  zaten o zaman sormak istedeikeriniz akılınıza geliyor.

3. iş hayatında hiç bir şeye bu sistem sorunsuz mükemmel  çalışıyor zaten benden öncekiler bunu düşünmüştür gibi ön yargılar ile yaklaşmayın. soonucta onu yapan da senin gibi insan ve iş hayatında öyle hatalar yapılıyor ki isanın inanası gelmiyor. herseye şüpheli yaklaşık bir yanlışlık olabileceği ve onuda kimsenin şimdiye kadar farkedemeyebileceğini aklınzıdan çıkarmayın. unutmayın sanayi körlüğü denen bir kavram vardır iş hayatında.

4. iş hayatında karşılaştığınız herseye bilimsel yaklaşın klasik usta mantığı ile yaklaşmayın. hesap kitap adamı olun köküne kadar inin tekniği ezberlmeyein mantığını anlayın ki geliştirebilesiniz. asla teknisyen veya operastorler gibi işin operasyon kısmına fazla vakit harcamayın . bir makineyi veyaz tezgahı nasıl çalıştırılacagını hangi düğmeye basınca çalıştığını bilmenizi sizden kimse istemez ama o tezgahın çalışma mantıgının nasıl oldugunu bilmenizi ister.siz operatör değilsiniz mühendisiniz unutmayın.

5. her zaman not alın hafızanıza guvenmeyin . iş hayatına ilk girdiğinizde salak gibi olacaksınzı 1s aniye önce sana soylenen veya kendisniizn söyledeiği şeyi unutacaksnız. kimsenin dediğine dogrudur diye inanmayın gözünüzle görün emin olun.

Emre:

Son durum

Başlık : İK cıların salaklığı

İş görüşmelerine gidersiniz ki işe kabul edilebilesiniz.Karşınızda ünv yıllarında beyenmediğiniz küçük gördüğünüz gerçektende siz akışkanlar mekaniği ya da döküm tekniği ile uğraşırken o mekan senin bu mekan benim diye dolaşan ün yıllarını ünv yılları olarak değerlendiren bir tip çıkar.Hoşgeldiniz der.Siz anlatyın ben dinlerim genel kelamıdır onların.Sizi dinler.Belki sizi işe beyenmez ama o salak insan profili bu durumda bile ilgili birimin şefini müdürünü her neyse işte birincil yöneticisini karşınıza çağırır ve görüştürür.Dil bilmem dersiniz sizi gene de görüşmeye çağırır.Zatan o salak dediğim şahıs teknik hiç bir bilgisi olmadığından size teknik bişiler de soramaz ne bildiğinize dair.Ama ahkam kesmeyi hava basmayı da ihmal edemez.

Sortie:

9 yıldır makina tasarım müh.ü olarak imalat sektöründeyim ve 2. işyerindeyim bu güne kadar bana öğretilenlerden hiçbir zaman vazgeçmedim. bildiklerim uğruna çok insanla tartıştım kavga ettim. sizde bildikleriniz için mücadele edin ve bilimsel dayanaklarınız olsun. orta ölçekli bir firmadaysanız usta başına dikkat edin tecrübesiyle size baskı kurmaya çalışır. 30 yıldır aynı parçayı imal eder ve sana, daha önce ona sorulmuş ve onunda zamanında bilemediği bir soru sorar. tek yapmanız gereken ezberlemek zorunda değilim dökümanlara bakıp net cevap veririm demenizdir. sonuçta siz coğrafya yada tarih öğretmeni değilsiniz. seneler içindeki gelişmelerden mümkün olduğunca faydalanın. onlarla fazla samimi olmayın ve hakettiğinden fazla ilgi göstermeyin. unutmayın rızkı allah verir sadece firma değişir.

http://kumpas.org/v3/karsilasacaginiz-tablo-t1701.0.html

İmla ve anlam karmaşaları var. Yazılanlara, yazarlarına saygızıslık olmasın diye düzenleme yapmadım. (Çağlar Ş.)

Mühendislik ve Kişisel Gelişim Üzerine Yazılar V2


İŞE ALIMA DAİR İPUÇLARI
Şirketler işe alımlarda hangi niteliklere önem veriyorlar?
Zaman zaman moda olan kelimeler, zaman zaman moda olan yetkinlikler var ama bana sorarsanız farkı yaratan insanlar. Hakikaten farkı insanlar yaratıyor. Bakıyorsunuz, aynı okulda okuyup aynı eğitimleri almışlar hatta aynı sosyal etkinliklerde bulunmuşlar. Ama birbirlerinden o kadar farklı insanlar ki. Şirketler sürekli takım çalışması, ekip ruhu gibi özellikleri aradıklarını söylerler. Bence hepsinden önce işini severek yapacak olan insanı arıyorlar. Onun için takım çalışması, ekip ruhu gibi özellikler ikinci sırada geliyor. İş yapmak istiyorsanız, çalışmaktan zevk alıyorsanız, yaptığınız işin ucundan tutmak yerine tamamına sahip çıkıp o sorumluluğu alıyorsanız, iş verenin ilk sırada aradığı özelliklere sahipsiniz demektir. Bir de işverenlerin sürekli tekrar ettiği takım çalışması deyimi var. Takım çalışması denilerek aslında aranılan, çalışanın huysuzluk etmemesi, arkadaşının ayağını kaydırmaya çalışmaması, onun başarısızlığından beslenmemesi, basit ayak oyunlarına yeltenmemesi gibi özellikler. İşe alımlarda kullanılan başka bir ünlü deyim de “lider olma”. Şirketlerin lider insan arıyoruz derken aradıkları özellik inisiyatif sahibi olma. Tabii ki bir şirkette 30 tane lider olmayacak, her şirkette bir genel müdüre yer var. Burada liderliğin altında yatan anlam inisiyatif alma. Aranılan özelliklerden bir tanesi de farklılık yaratmak. Burada sizi örnek vermek istiyorum. Sizler, bu röportajı benimle telefonda da, mail yoluyla da yapabilirdiniz. Ama buraya gelip profesyonel bir şekilde benimle roportaj yaptınız. İşte bu sizin elinizde. Burada fark yaratıyorsunuz. Aynı şekilde röportajın olucağı tarihte Elvan Hanım sınavının olacağını duyunca beni arayıp “Erteleyebilir miyiz, yoksa 1 saat kadar gecikebiliri” diye rica etti. Elvan Hanım bunu bana söylemeyebilirdi de. Ben onu 14.00’te beklerken 15.00’te gelip “Bir mazeretim var da... Trafik sıkıştı da...” gibi cümlelerle durumu kurtarmaya çalışabilirdi. Elvan Hanım ise çok dürüst bir şekilde yaklaşıp “Benim imtihanım koyuldu o güne, röportajı erteleyebilir miyiz?” diye sordu. Budur farkı yaratan, anlatabiliyor muyum? Dürüst olacaksınız. Yoksa hiç bir şirkette, kurumda mutlu olamazsınız.
Mülakat dediğimiz, yaklaşık 45 dakikalık oldukça kısa bir konuşma. Bu kadar kısa sürede bir insanı nasıl tanıyosunuz?
Öncelikle adaylara potansiyel suçlu gibi davranmamak lazım. Niye bu okulda okudun, doğru mu okudun vb. sorularla onları sıkmamak gerekiyor. Onların beyanları, cv’lerine yazdıkları bizim tarafımızdan doğru kabul ediliyor. Mülakattan sonra bu bilgilerin doğruluğunu biz araştırıyoruz. Eğer bu bilgilerden birinin yanlış olduğu öğrenilirse işte o zaman, o aday bizim için hemen eleniyor. Örneğin bir okulu bitirmemiş ise, orayı ‘bitirdim’ yazamaz. Demek istediğim, ‘devam ediyorum’ veya ‘ayrıldım’ yazmalı. Biz ne yöneticiler biliyoruz yazdıkları okullardan mezun olmayan. “Bu okuldan mezunum” diyor. Eminim yazarken de bizim o okulla anlaşmamız olduğunu bilmiyor. Araştırmak için okula isim veriyoruz. “Evet, bu kişi benim mezunum” cevabı verildiği gibi “Hiç böyle birisini tanımıyorum” cevabını da duyabiliyoruz. Bir çok yöneticide biz bunu yaşadık. Evet, belki okyanusun içinde çok küçük bir damla ama çok önemli bir damla.
Not ortalaması sizce ne kadar önemli?
İşletme ve iktisat için %50 civarında önemli. Ağırlıklı bir önemi yok, ancak iyi bir talebe demek işini seven, gideceği yeri bilen bir talebe demek. Mühendisliklerde bu nokta daha önemli. Bize göre ucundan geçmiş birisi çalışmak istemiyor demektir. Düşünsenize, ben çalışmaya istekli olmayan birine nasıl binamı, elektrik tesisatımı teslim ederim. Mühendis olacaksan notların olabildiği kadar iyi olmalı.
Master sizce ne kadar önemli? Öğrenciler arasında İşletme ve Ekonomi okuyanların mezun olur olmaz değil de iş hayatına atıldıktan sonra master yapmaları gerektiği görüşü yaygınlaşıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Doğru, ben de aynı görüşteyim. Akademisyen olmayacaksınız master, doktora o kadar şart değil. Ama işletme okumuyorsanız ve yönetici olmak istiyorsanız mutlaka işletme master’ı yapmanız lazım. İşletme-finans bilmeden yöneticiliğe soyunmanız söz konusu değil. Son yıllarda genelde iş hayatına atılıp çalışmak istemeyenler, biraz hayata karşı korkak davrananlar. Kolay paraya alışmış insanlar master ya da doktoraya başvuruyorlar. Biraz önce de belirttiğim gibi özellikle işletme okuyorsanız master’a bence hiç ihtiyacınız yok. Bir an önce git, çalış; eğer karşına yurtdışında eğitim şansı çıkarsa o zaman master yaparsın. Bazen işe alımlarda da bu arkadaşlarla sorunlar yaşıyoruz. Adaylarımız, “Master’lıyım, doktoralıyım bu mu benim çalışacağım pozisyon, bu parayla mı çalışacağım?” gibi sorular sorabiliyorlar. Halbuki onlar gibi binlerce insanın olduğunu bilmiyorlar. Burada farkı yaratan ne master ne doktora, bence adaylarda farkı yaratan onların “Ben çalışmak istiyorum, ben bu işi yapmak istiyorum” demesi.
Sizce İngilizce dışında iş hayatında hangi yabancı diller geçerli?
Bana göre günümüzde en geçerli diller İspanyolca, Rusça ve Çince. Almanca ise okuduğunuz bölüme bağlı. Dünyanın ikinci dili artık İspanyolca. Amerika’da bile ders olarak okutulmak zorunda.
Ders dışı aktiviteler sizce işe alımlarda ne kadar rol oynuyor?
Çok önemli, çok önemli, çok önemli. Bence küçüklükten itibaren network oluşturmaya başlayın. Hatta ben şunu öneriyorum: Bir küçük defter alıp her gün yeni tanıştığınız insanların adını, soyadını yazın, kartını koyun. Orada sizin network dosyanız oluşsun. İleride network’ler çok önem kazanacak, sizin zenginliğiniz network’ünüzün zenginliğiyle ölçülecek. Bu çok önemli. Sosyal aktivitelerde de önemli olan nokta paylaşma, bir ortak amaca hizmet, bana sorarsanız. Sosyal aktivite olarak neye ilgi duyuyorsanız duyun; ama çalışmanız, birlikte olmanız şart. Biz başvuruları değerlendirirken eğer hiçbir sosyal aktivitesi yoksa “Bu adam nedir böyle bu devirde?” diye düşünüyoruz.
Peki, mezun olunan üniversite ne kadar önemli?
O tip düşünceler çok geride kaldı. Tabii ki yine de prestijli bir üniversiteden mezun olmak, başvurular değerlendirilirken bir kenara atmayıp, okuyarak devam etmenizi sağlıyor. İşveren işi yapacak, donanımlı insan arıyor ve biz de bazı üniversitelerin hiç iyi olmadığını biliyoruz. Karşılaştığımız başka bir durum da, işverenin ben üniversite tercihi yapmıyorum dedikten sonra ardından “Sizin de bildiğiniz bazı üniversiteler var, oradan çok farklı biri olmadıkça bizimle tanıştırmayın.” diye eklemesi.
Geçerli staj süresi ne olmalı sizce?
6 aydan az süren stajlar hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer öğrenci stajını 6 ay kadar yapmışsa, bu bir şey yapmaya gayret ettiğini gösteriyor. Eğer staj 6 aydan fazlaysa; 1 yıla, 1,5 yıla gelmişse, bu bir şirkette bir şeyler yapıldığını gösteriyor. Ama 2-3 ay süren stajların bence yazılmaması lazım. CV’nize kulüp aktivitelerinizi, sosyal aktivitelerinizi yazmanız daha anlamlı bu durumda. Notlarınız da fena değil ise, yeter de artar bile.
İlerleyen günlerde sizce hangi sektörler yoğun talep alacak?
Teknolojiyle ilgili her şey patlayacak. Yabancı dilin önemini sormuştunuz, dilin yanı sıra bilgisayar bilgisi çok önemli, bütün programları biliyor olmanız gerekiyor. Moda sektöründe çalışmak istiyorsanız moda tasarımcısının yine bilgisayar bilmesi gerekiyor. Hangi sektör olursa olsun teknolojiyi bilmeyen artık iş bulamayacak. Sağlık sektöründe patlama olacak, burada üzerinde durduğum nokta healthcare sektörü, doktorluk değil. Healthcare sektörü çok genişleyecek, orada çalışacak çok fazla elemana ihtiyaç duyulacak. Her sektörde kalifiye, ara eleman ihtiyacı çok fazla ve bu artarak devam edecek. Üst kademeye yöneticileri, alt kademeye de yeni mezun iyi öğrencileri alıyorsunuz. Ancak arada çalışacak, işi yapacak eleman eksik kalıyor. Amerika’da bile kalifiye orta eleman sıkıntısı var. Genetik ve enerji sektörü de çok iyi gidiyor. Perakende, hızlı tüketim malları gibi sektörlerin hızına ise artık yetişilmiyor. Robotlarla ilgili sektörler de ön planda son günlerde.
(Link: http://kumpas.org/v3/insan-kaynaklari-yoneticilerinden-oneriler-t2060.0.html)

Mühendislik ve Kişisel Gelişim Üzerine Yazılar V1

Arada bir internette denk geldiğim oldukça güzel yazılar oluyor. Bazıları tamamen mühendislik konuları ile alakalı teknik yazılar, bazıları ise mülakat, CV, özel sektör tecrübeleri gibi daha çok kişisel gelişim ve deneyimlerle ilgili konular. Beğendiğim sitelerden aldığım yazıları burada paylaşacağım.

İlk konu: İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİCİLERİNDEN ÖNERİLER
(Orjinal link: http://kumpas.org/v3/insan-kaynaklari-yoneticilerinden-oneriler-t2060.0.html)


PriceWaterhouseCoopers'tan İnsan Kaynakları Yöneticisi Sinem Tuncay, Pfizer'den İnsan Kaynakları Yöneticisi Hande Akyol ve Procter & Gamble'dan İnsan Kaynakları Yöneticisi Selçuk Eroğlu sorularımızı yanıtladı.
Alım yaparken adayın geçmiş yıllardaki stajları önemseniyor mu? Büyük şirketlerde staj yapmış olmak bir avantaj mı?
Hande AKYOL: Bizim için nerede staj yapılmış olduğu bir kriter değil. Staj yapmamış bir kişiyi almayalım diye bir düşüncemiz yok. Stajlara eleme amacıyla bakılmaz. Benim öğrencilere tavsiyem, kendiniz için staj yapın. Böylece farklı şirketler görüp kıyaslama yapabilirsiniz. Ama orada çok şey öğreneceğinizden, artık bu işi öğrenmiş olacağınızdan değil. Çünkü ne olursa olsun 1 aylık bir stajla işi çok fazla yapıyor olmayacaksınız. Sadece genel olarak konsepti öğrenip şirketi tanıyacaksınız. 2-3 ayrı şirkette staj yaparsanız şirketleri kıyaslama şansınız olacaktır. Öbür türlü sadece dışarıdan bileceksiniz, halbuki şirketin içine girmek çok farklıdır. Girip onları görmek açısından staj önemli. Sizler için önemli, bizim için sorarsanız, bu şirkette staj yapmış, o zaman alalım diye bakmıyoruz.
Sinem TUNCAY: Stajları tecrübe kazanmaktan ziyade, kişinin ya da öğrencinin ne istediğini anlamak için, kendi için yaptığı bir yatırım diye düşünebilirsiniz. Aynı zamanda da iş hayatını görmüş olursunuz.En çok kişinin hangi alanı sevdiği ve hangi yönde ilerlemek istediğini görmesi açısından önemli.
Stajların büyük şirketlerde yapılmış olmasının önemi var mı?
Sinem TUNCAY: Büyük-orta ölçekli şirketlerle küçük şirketlerin yönetim-iş yapış şekilleri birbirinden farklılık gösteriyor. Ama ilk etapta öyle bir ayrım yapılmayabilir. Önemli olan bir firmanın bünyesinde yönetimin, işleyişin nasıl olduğunu görmek. Büyüklüğün ilk etapta çok büyük bir önemi yok. Önemli olan çalışma hayatını ve iş alanlarını görmek.
Master yapmış adaylara öncelik tanınıyor mu?
Hande AKYOL: Bizim için master, insana vizyon katan bir şey. Ama biz ilk başvurularda kişi kesinlikle master yapmış olsun diye bakmıyoruz. Benim şahsi fikrim, master özellikle biraz çalıştıktan sonra yapılırsa daha faydalı olur. Çünkü o zaman insan ne konuda master yapacağını, nelere ihtiyacı olduğunu daha iyi biliyor ve yaşadıklarını akademik bilgilerle daha iyi bağdaştırabiliyor. Örneğin eğer bir mühendislik bilimi okuduysanız, yani işletme kökenli bir dalda okumadıysanız (İşletme, Ekonomi, Endüstri Mühendisliği gibi) ve daha sonra pazarlamada, finansta yükselmek istiyorsanız bizim tercihimiz mutlaka mühendislik üzerine master yapılmasıdır. Çünkü bir işletmeciyle mühendisin aynı olaya bakış açısı biraz farklıdır. O yüzden de o zaman bir master tercih ediyoruz. Örneğin biz bir kimya şirketiyiz. Siz bir kimya mühendisi olarak Pfizer’de pazarlamaya başvurursanız, biz size önce master yapmanızı, sonra burada çalışmanızı söyleyeceğiz.
İngilizce mülakat yapmayı tercih ediyor musunuz?
Hande AKYOL: Biz mülakatları Türkçe yapıyoruz. İngilizce mülakat gerekli gördüğümüzde yaptığımız oluyor. Ama her zaman değil. Genellikle İngilizce testi ve kompozisyon ile İngilizce bilgisini aldığımızı düşünüyoruz. Ama bazı pozisyonlar yurtdışıyla içiçe, yurtdışıyla çok konuşuluyor ve seyahat gerektiriyor. Bu pozisyonlarda kişinin konuşabilmesini görmek açısından İngilizce mülakat yaptığımız da oluyor.
Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının diğer okulların mezunlarından farkı var mı?
Sinem TUNCAY:Bazı firma yöneticileri tarafından Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının diğer kişilerden daha fazla kendine güvenli olduğu konusunda olumsuz duyumlar alıyoruz. Ben de bir Boğaziçili olarak bunun ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum. Ama kendilerine güvenleri, şirkette kalış süreleri ya da sadakat anlamında biraz negatif bir imajları oluşmuş. Ancak bir yandan da Boğaziçi mezunlarının değerlendirme aşamasında çok büyük bir avantajları olduğu gerçek. Her ne kadar birçok özel üniversite eğitime başlasa da Boğaziçi Üniversitesi ismi firmalar için çok önemli. Ama firma yöneticileri belki de biraz daha ayakları yere basan, hedefleri olan, ne istediğini bilen yeni mezunları görmek istiyor diye düşünüyorum.
Transcript mi daha önemli, yoksa sosyal faaliyetler mi?
Hande AKYOL: Bizim için not ortalaması önemli değil. Kişi kendini ne kadar geliştiriyor, ne kadar öğrenmeye açık, Pfizer ortamına ne kadar uyabilecek bir kişi, yeniliklere ne kadar açık, iletişime ne kadar açık, bunlar çok daha önemli.
Selçuk EROĞLU: Kişinin daha önce yaptıklarına bakıyoruz biz. Eğer çalışmışsa, notları yüksekse bu da iyi bir şey ama yeterli değil. Tek yönlü çalışmış, kendisini sadece derslere vermiş, diğer yönlerini geliştirmemiş kişilerdense çok yönlü, her konuda faaliyette bulunmuş kişiler bizim için daha önemlidir. Not ortalamasına çok bakmıyoruz. Ama kişinin notları yüksek olabilir, diğer taraftan da sosyal faaliyetlere girmiş, kendini geliştirmiş olabilir. Bizim için kişilik analiz kriterleri var: liderlik, takım çalışması gibi.
Sinem TUNCAY: Özellikle not ortalaması kriter alınmıyor. Ama şöyle bir örnek verebilirim; teknoloji firmaları, telekomünikasyon, bilgisayar sektöründeki kimi firmalar, mühendislik alanında ve teknik bir iş için not ortalamasını dikkate alıyorlar. Ama bu spesifik bir örnek. Sosyal bilimler ya da idari bilimler için bunun çok geçerli bir kriter olduğunu düşünmüyorum. Zaten Boğaziçi Üniversitesi” ni bitirebilmek için okulun koyduğu bir not ortalaması var. Ama örneğin elektronik mühendisliği için bazı büyük firmalar not ortalamasını dikkate alabiliyorlar.
İş görüşmelerinde adayın dış görünüşü ve hareketleri ne kadar önemli?
Hande AKYOL: Bu biraz önemli. Oradaki duruşunuz, oturuşunuz, kalkışınız o şirkete uygunluğunuzu gösteriyor. Her şirketin bir kurum kültürü vardır. O kurum kültürüne uyuşunuz yarım saat – bir saatlik görüşmede, sizinle mülakatçının arasında geçenlere bağlı olarak anlaşılmaya çalışılıyor. O yüzden eğer şirketin istediği tarzda giyinmiyorsanız, kaybediyorsunuz doğal olarak. Profesyonel bir görünüm vardır, örneğin blue-jean ile mülakata gitmezsiniz. Ama bir tekstil şirketine ya da yaratıcı bir ortama giriyorsunuzdur ve o şirketin kültürü buna müsaittir. Ama bizim gibi bir uluslararası bir şirkete başvuruyorsanız blue-jean ile gelmemenizi tavsiye ederim.
Mülakatlarda yapılan başlıca hatalar nelerdir?
Hande AKYOL: Hata olarak söyleyebileceğim bir şey yok aslında. O kişinin o işi ne kadar istediği, o şirkete ne kadar uyabileceği ve bunu ne kadar doğru yansıttığı önemli. İki taraf açısından da bir perfect-match olması önemli. Hem kişinin o işi istediğini, o işe uyabileceğini, o işi yapabileceğini kanıtlaması, hem de şirketin o kişiye olan inancının sağlamlaşması gerekli. O kişinin o işe ya da şirkete uymayacağı düşünülebilir, bu bir hata değildir. Ayrıca bu demek değildir ki, o kişi başka bir şirkette çok başarılı olmayacak.
CV’lerde nelere bakıyorsunuz, CV'nin kısa olması önemli mi, neler çarpıcı?
Hande AKYOL: Kısa olan bir başvuruyu okumak daha kolaydır. Ama bu demek değildir ki 2 sayfalık bir CV'nin hiç şansı yok. Biz o kadar şekilci değiliz. CV'nin kısa olması bakılabilme kolaylığı açısından daha iyi. Güzel yazılmış bir CV önemli, elle yazılmış, nereye gittiği belli olmayan, tutarsız bir CV'ye göre daha formatı düzgün bir CV önemli. Kapak yazısı, özellikle çalışmak istediğiniz bölümü belirtmek açısından önemli. Biz ona göre sizi tanıyoruz, doğru bir şekilde size dönüyoruz. Eğer siz pazarlama departmanında çalışmak istiyorsanız, finanstaki bir boşluk için sizi boşuna rahatsız etmemiş oluyoruz. Ama şirket tercihi yapıyor, ben Pfizer'li olmak istiyorum diyor olabilirsiniz. Amacınızı belirtmek açısından kapak yazısı önemli.
Selçuk EROĞLU: Genelde kişinin background’una bakıyoruz. CV çok uzun, detaylı, yazı şeklinde değil de, sondan başa doğru, örneğin son iş deneyiminden başlanarak başa doğru özetlenmiş bir biçimde gelirse bizim için yeterli olur. Çok uzun yazı şeklinde değil, daha rahat okunabilir biçimde olmasında fayda var. Okul durumu, hobiler gibi özel bilgiler CV'nin içinde olmalı. Yani çok uzun olmayan ama bize gerekli bilgileri veren bir özgeçmiş olmalı.
Sinem TUNCAY: CV'lerin önemli olan belli temel bilgileri vermesi önemli, dolayısıyla sayfa sayısı da önemli. Her ne kadar şimdi e-mail ile ve internet ortamında da başvurular alınıyorsa da, yine de bir sayfayı geçmemesi bizim açımızdan önemli. Şöyle önemli; özellikle yeni mezunlardan bahsettiğimiz ve çok fazla iş tecrübesi olmayacağı için, eğitimin biraz detaylandırılması (dersler, kurslar, öğrencilik sırasında yapılan çalışmalar vs.) ve birtakım kişilik özelliklerinin de kısaca belirtilmesi önemli. Ayrıca üniversite öğrencileri için sosyal faaliyetler, yani okul sırasında dersler dışında yapılan ek çalışmalar da (Kulüpler buna çok iyi bir örnektir) kişinin başarılarıyla ilgili dikkate aldığımız özellikler.
Boğaziçililer çok sık iş değiştiriyorlar mı, kendilerine fazla mı güvenliler?
Hande AKYOL: Sadece Boğaziçililer değil de, potansiyeli yüksek, iyi yetişmiş kişiler hızlı yükselmek istiyorlar. Bu genç insanların doğasında olan bir şey. O yüzden bir Boğaziçi, ODTÜ, Koç Üniversitesi mezununda yükselme isteği olması çok normal. Eğer kişi çok iyi yetiştirilmişse, potansiyeli de yüksekse, çabuk öğreniyor, işe çabuk adapte olabiliyorsa, kısa sürede yükselmek isteyecektir. Önemli olan o yeteneği elinizde tutabilmektir. Yoksa “Boğaziçili gider.” genellemesine katılmıyorum. Ben de Boğaziçi mezunuyum, burada Boğaziçi Üniversitesi mezunu çok kişi var. Bu genellemeyi doğru bulmuyorum. Genç insanlar çok dinamikler. Çok hızlı öğrenip çok hızlı ilerliyorlar. O yüzden onları elde tutmak zor. Onları elde tutabilme için bir şeyler yapmak gereli. Gelişimine destek olmak, o şirkette geliştiğini, bir lider olarak yetiştiğini hissettirmek gerekli. Ona değer verildiğini, ve yavaş yavaş işin çeşitli aspektlerini görerek bir yere gelebileceğini o kişinin hissetmesi gerekiyor.
Stajyer seçim kriterleri nelerdir?
Selçuk EROĞLU: Stajlar için de seçim kriterleri iş başvurularıyla aynı. Formla başvuruluyor, sonra sınav var ve ardından da mülakat geliyor. Bizim amacımız kişinin stajdan full-time işe geçmesi. Kişi staja başlayınca burada kendisine bir proje veriliyor. Yaptığı proje değerlendiriliyor ve proje sonunda kişinin performansı iyi bulunursa, kendisine part-time iş olanağı sunuluyor. Ya da bir sonraki sene hiç sınava girmeden işe başlayabiliyor. Böylece hem kişi bizi tanımış oluyor, hem de biz onu tanımış oluyoruz. Daha rahat bir süreç oluyor.
Mehmet Zeki Önal