25 Haziran 2008 Çarşamba

İlk İş Görüşmem

Geçtiğimiz günlerde hayatımın ilk iş görüşmesini yaşadım. Öğrenci hayatımdan çıkarıp, gerçek dünyaya adım atmamı sağlayacak önemli bir olay olduğunu düşündüğüm görüşmenin yıllarca hatırlayacağım bir "ilk" olmasını istedim. Fakat olmadı, olamadı. Onun yerine şöyle bir şey oldu:


“İyi günler” diyerek başladım söze. Özgüvenimin ‘top’ çektiğini hissederek bir rock star edasıyla devam ettim. “Ben Çağlar Şahin. İş görüşmesi için Ahmet Bey’in tavsiyesi üzerine aramıştım”. Hissettiğim özgüvene karşılık olarak bir ezilme, bir seste incelme, en azından benim egomu tatmin edecek bir argüman beklerken telefonun diğer ucundan anlamsız birkaç “khhkkh” sesi geldi. Sonra da iş görüşmesi için aramış olduğum Muarem Bey’in bezgin sesi geldi. “Ha! Anlamadım, kimi aramıştınız?”. Tek bir cümle bir insanın özgüvenini nasıl da bitirebiliyor. Beklemediğim bu cevap ile sesim incelmiş, telefonda konuşurken de –neden olduğunu anlamadan- eğilip bükülmeye başlamıştım. İlk başlarda bir ‘Çetin Tekindor’ olan ses tonumun, inleyen bir ‘Sarp Apak’ sesine dönüşmesi sadece 3 saniye almıştı. Ben telefonda Ahmet Bey’in yakını olduğum, onun referansıyla aradığım, kendi alanımda iyi, çalışkan ve uyumlu bir insan olduğum gibi önemli ayrıntıları, her bir ayrıntı için dört defa kekeleyerek anlatmaya çalışırken, sağ olsun, bu işkenceyi bitirecek sihirli cümleyi kurdu sayın müstakbel patronum Muammer Bey:
-İş mi istiyon?
Muammer Bey’in kaybolduğu andı bu da.
-E.. Evet abi, dedim. Muammer Bey’in de Muammer Abi’ye dönüşmesi sadece 15 saniye almıştı.
-Tamam bakarız, dedi.
Ben sonraki uzunca bir süreyi teşekkür konuşması ve zaman ayırdığı için ne kadar müteşekkir olduğumu anlatmaya çalışmakla harcarken, ilk teşekkürümden sonra telefonun kapanmış olduğunu ve benim diğer sayısız teşekkürümün boşlukta amaçsızca yayıldığını idrak ettim.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Ben Mutluyum Böyle

Oldukça uzun bir süredir yaşamak istediğim bir süreci, nihayet şimdilerde rutin bir forma sokabildim. Tamam kabul ediyorum, özdisiplin ve çalışkanlık konularında emsal teşkil edebilecek biri değilim fakat yine de sabah kalkmak konusunda bir şekilde biraz fedakarlık edebilmeyi öğrendim sanırım:) Zira, şu aralar güneşin doğuşuna tanıklık edip, kendime ayırdığım bir 20 dk içinde kahvemi içerken dışarıyı izlemek son derece zevk veriyor. Umalım da devamını getirebileyim. Ne saçma bir yazı oldu değil mi:)

Olsun, ne yapayım, mutluyum böyle :)

21 Mart 2008 Cuma

Bizim Ev Yaşıyor

Nasıl oluyor diye sormayın inanın ki ben de bilmiyorum. Duyumsadığım şaşkınlık ve üzüntüyü size anlatmanın imkanı var mı bilmiyorum. Biraz önce yazdığım gibi, şaşkınım çünkü yaşadığım ev ‘canlı’, üzgünüm çünkü ev arkadaşım Mehmet geçen sene yazın sonlarına doğru evde farklı durumlar oluşmaya başladığını gözlemlediğini ve kendisini ziyarete gelenler olduğunu söylediğinde onu pek de ciddiye almamıştım. Nereden bilebilirdim zamanın beni haksız, onu haklı çıkaracağını…

Şu an ben bunları yazarken ev arkamda dikiliyor, ekrandan yazdıklarımı okuyor. “Ben sana dedim o kadar” diyor. Ekliyor sonra da: “Böyle evi bu kadar ucuza buldun diye nasıl da sevindin değil mi çakal”. Bu evin götü kalkık biraz. Ev insanın yuvası olur, insan kendini rahat hisseder evin içinde. Sığınacak bir liman, atlayacak bir kucaktır ev. Kalabalıktan ve hayatın yoğun temposundan kaçıştır. En azından bir ‘ev’den beklenen budur. Yoksa ne yapayım ben öyle evi. İsterse saray olsun, isterse uzay üssü. Huzur alamıyorsam ne anlamı kaldı orada yaşamanın? Bizim ev geldiğimde “abi birer bira alalım, laflarız biraz” diye karşılıyor beni. “Ulan” diyor, “Ne yapacaksın bomboş evi, çık dışarıya para harca biraz, gönüller şen, kafalar rahat olsun.” Gece oluyor, uyuyayım diyorum, ona da müsaade etmiyor. Başlıyor kalorifer boruları çınçın ötmeye. Tüm mimariyi, inşaatı kendine benzetti eşşoğleşşek. “Ne uyuyorsun be!” diye tepki veriyor. Bu ani çıkış karşısında tırsıyorum biraz ama çatırmıyorum tabi, bir eve ses çıkaramadı demesinler arkamdan. Ev devam ediyor konuşmasına: “Bak Doors’da parti başlamak üzere. Al yanına iki kişi akın, eğlenin” diyor. Bir olur, iki olur… E biz de insanız, üçüncüsünde dayanamıyorum artık. “Yeter ulan, gidiyorum. Bir daha mı geleceğim dünyaya!” diye haykırıyorum. “Helal abime” diye veriyor gazı gönderiyor.

Bugün fark ettim ki ev eşyaları da buna benzemiş iyice. Televizyon yavşak olmuş iyice. Salona çakmak almaya gitsem, görmesiyle “diskovriyi açayım mı abi” diye tutturması bir oluyor. Aptal kutusu diye diye cidden aptal ettik çocuğu. Kablolu bağlattık “diji”yim diye geziyor, tuhaf tuhaf espriler yapıyor etrafta. Ev içinde zor durumda kalıyoruz. Çamaşır makinesi ayrı bir cins. Tam bir hayta. Adam edemedik. Çalışmak yok, didinmek yok. Varsa yoksa tembellik, varsa yoksa keyif. Bir işi de tam yap çamaşır makinesi, yok. Ya tamamen bozul ya da doğru çalış çamaşır makinesi, yok. E o zaman “çek git banyodan boşuna yer kaplama çamaşır makinesi”. Başlıyor ağlamaya. Zıplıyor da zıplıyor. Tüketici yüreği işte, atamıyorum da. Ne yapacağım bilmem ki.

Her şeyi geçtim de, buzdolabı bir bozuk bu aralar. Ne zaman mutfağa girsem kesiyor çalışmayı. Birkaç kere derdini sordum, farkında olmadan bir ayıp mı ettim diye dilini arıyorum biraz. “yok abi kendimle ilgili” dedi kestirip atıyor. “O zaman neden sadece bana triplisin oğlum” diyorum “yanlış anlamışsın abi sen” diye çeviriyor. Bizim diğer ev ahalisine bir yamuğu yok ki, canavar gibi soğutuyor, donduruyor, gerekirse kokteyl için çeşit çeşit buz hazırlıyor. Ben gelince “buzzmmmdıtt” diyor susuyor alet. Bu da bir tuhaf. Böyle değildi bunlar.

Ev yüzünden hep. Beyaz eşyaya yüz vermeyeceksin arkadaş, bunu bilir bunu söylerim. Aman dikkat. Siz siz olun, evle beyaz eşyayla televizyonla falan fazla muhatap olmayın. Tepenize çıkıverirler.

Saygılarımla efendim...

Siftah

Bu da ayrı bir sorunsal. İlk başlık, ilk yazı. Sanki çok özelmiş, her gelen sadece bunu okuyacakmış gibi. Oysaki çoğu kişi varlığından bile habersiz olacak. Her neyse...
Ben, kendim...
Hoşgeldim :)