4 Aralık 2010 Cumartesi

Karşıma Çocuk Çıkınca Syntax Error Veriyorum

(syntax: Sözdizimi)

“Ne yapabilir ki” diye düşündüm. Ondan daha iri, daha güçlü ve daha zekiydim. Karşımda risk oluşturabilecek en ufak bir parametre bile olmamasına rağmen tuhaf bir tedirginlik hissediyordum. Sonra “anne” diye ağlamaya başladı. “Hasiktir” dedim, “lan oğlum şimdi olaya ananı karıştırmanın ne gereği vardı?”

*****

Kendi ablama çocuk doğurması halinde en az 10 yıl görüşmeyeceğimi söylemiş biriyim. Hayır sosyopat falan değilim tamamen kendimi koruma iç güdülerine göre hareket ediyorum. Şimdi insanın sosyal bir varlık olduğu, toplumda edindiği ve korumaya çalıştığı yeri, bu sebeple kendisini rezil olacağı bir durumdan uzak tutması gerektiği argümanlarına sarılıp çocuktan uzak durmanın mantıklı bir hareket olduğunu anlatmaya çalışabilirdim, ama üşendim. Kısaca çocuk gördüğüm yerden kaçarım arkadaş. Düsturum budur. Yemek buldun ye, dayak buldun kaç, çocuk buldun daha hızlı kaç! Çocukları sevmiyor olmamın en büyük hatta belki de tek sebebi onlarla iletişim kurmayı beceremiyor olmam. Ne zaman ortamda bir çocuk görsem ve eblek hareketlerle çocuğu eğlendirmeye çalışsam ya çocuk umduğumdan zeki çıkıp beni sallamıyor ya da umduğumdan angut çıkıp benden korkuyor. Hiç bir çocuk için optimal IQ seviyesini tutturamıyorum. O yüzden çocuk tarafından ezik kategorisine sokulmuş bir birey olarak ortamı en kısa sürede terk etmeye çalışıyorum.
Şimdi aklıma geldi. Hazır konusu geçmişken, yavrularına beni gösterip “aa bak abi” diyen ruh hastası bir ebeveyn grubuna da sövmek isterim. Hayvanat bahçesinde orangutanı nasıl gösteriyorsa (bak yavrum orangutan/aslan/ayı/...) aynı ses tonu ve hareketlerle beni gösteriyor. Zaten çocuk syntax’inden anlamam bir de zorla iletişim kurdurmaya çalışmak nasıl bir Çin işkencesidir? Herneyse...
Geçtiğimiz hafta bölümden çıkmış ve kafamda milyon tane düşünceyle otobüse binmiştim. Otobüse sonradan binecek teyze güruhuna –ki bu da başlı başına bir yazı konusudur- yer vermek zorunda kalmayayım diye arkalara doğru bir yere oturdum ve etrafı seyretmeye başladım. Her şey olması gerektiği gibi gidiyordu. Otobüs durakta duruyor, insanlar biniyor/iniyor, şoför bulabildiği tüm birinci tekil şahıslarla(ben/sen/o) yolcuları azarlıyor ve hayat beklendiği gibi akıyordu. Ta ki kafamı dışarıyı izlediğim camdan otobüse doğru çevirene ve onu karşımda görene kadar...

Tam önümdeki koltuktaydı, ters şekilde(kafası otobüsün arka kısmına bakacak şekilde) oturuyordu ve menzilinde ben vardım. Annesinin kucağında oturan bir çocukla burun burunaydık ve çocuk ilgi bekleyen bir şekilde bana bakıyordu.

"Sıçtık" diye geçirdim içimden.

İneceğim durağa daha nereden baksan 15 dakika vardı.

Kafamı tekrar cama çevirdim, bakışlarını hissedebiliyordum. Benim göz kontağını kesmiş olmam onun zerre umrunda değildi. Tekrar baktım, hala bakışları benim üzerimdeydi. Kafamı koridor tarafına, yolculara, şoförün biraz yukarısında duran yazılara falan çevirdim... Tekrar önüme döndüğümde bakışlar aynı bıraktığım şekilde duruyordu. Artık yaşadığım olayı bir tehdit gibi algılamaya başlayan beynim, ter bezlerine çalışma ve metabolizmaya hızlanma emrini vermişti bile. Dönülmez bir yola girmiştim.

Çevrede yer verebileceğim yaşlı aradım, bulamadım. Normalde teyze mıknatıslığı konusunda Perşembe pazarıyla yarışan bu otobüs bugün tam tersine bomboştu. Kozmik güçler bana bir mesaj veriyordu: Tek elin yumruk yapılıp, diğer elin avuç içi yumruğun üst kısmına gelecek şekilde birbirine vurularak karşı tarafta “haşırt” anlamı uyandıran hareket grubu.

Artık yapacak bir şey yoktu. Kaderimi kabullenerek çocuğa baktım ve göz kırptım. Sensörler hemen bunu fark ederek yavşak yavşak sırıtmaya başladı. Hakkını vermeliydim, bu pozitif işaret için bayağı uğraşmıştı ve şimdi annesinin koynuna girip geri çıkarak ve bana ara ara bakarak zaferin tadını çıkarıyordu. Hareketlenmeyi fark eden annesi de arkasına bakarak “aa bak abi varmış burada” deyince bir klişeyi daha tamamlamış olduk. Çocuk ellerini uzatarak küpeme dokunmaya ve çekmeye çalıştı. Sonra saçımı çekti. “Adın ne senin bakalım” soruma cevap vermeye tenezzül bile etmedi pezevenk. Bir çocukta olabilecek en kötü iki özelliğe sahipti: Ellek ve asosyaldi.

Sonra elimde tuttuğum ipoda sarktı. İstemeye istemeye eline verdim. Ağzına falan soktu, dokunulması gereken ekranı parmağıyla delmeye ve kulaklığı kolunun elverdiği ölçüde ayırmaya çalıştı. Gün boyu kullandığım touchscreende şu an gerzek bir veledin tükürükleri ve parmak izleri vardı. Ipodun bekaretinin bozulduğunu hissettim.

Neyseki bu şekilde 15 dakikayı bir şekilde geçirebilmiş ve artık inmem gereken durağa yaklaşmıştım. Ayağa kalkmam, düğmeye basmam ve kapıda iniş töreni için hazır olmam gerekiyordu. Takınabildiğim en yavşak tavırla gideceğimi söyleyip elimle “bay bay” anlamına gelen hareketler yaptım. Sonra çocuğun elinde duran ipoda yöneldim.

Hayır gelmiyordu. Çocuğun eli pense gibi kapatmıştı aleti. Biraz zorlarsam alabileceğimi fark ettim ama bu da karşı taraftan gelecek tepkiden de korkuyordum. İneceğim durağa da iyiden iyiye yaklaşmıştık. Ayağa kalkmak için hareketlendiğim sırada veledin elinden ipodu çekip aldım. Pis pis baktı. O 3-5 saniyede fırtına öncesi sessizliği hissettiğime yemin edebilirim.
Sonra “ne yapabilir ki” diye düşündüm. Ondan daha iri, daha güçlü ve daha zekiydim. Karşımda risk oluşturabilecek en ufak bir parametre bile olmamasına rağmen tuhaf bir tedirginlik hissediyordum.
.....
Bugün hala aynı düşüncedeyim: Lan oğlum şimdi olaya ananı karıştırmanın ne gereği vardı?

2 Aralık 2010 Perşembe

Spiritüel Denyo Oldum

 
“Aaa, olur mu hiç! Hepimizde dışarıya verdiğimiz bir enerji ve bu enerjinin frekansıyla rengine göre değişen ruh halleri vardır.”

“Yuh!” Diye geçirdim içimden. Bir enerjinin nasıl renk sahibi olabileceğini kafamda canlandırmaya çalışırken, masada bir anda sessizlik olduğunu farkedip tekrar konuya döndüm. Çevremdeki herkes anlamsızca bana bakıyordu. Bilhassa masadaki kızların kocaman olmuş gözleri –bir bayanın iğneleme bakışı doğada 10 aslan gücüne tekabül eder- ve geri kalan erkek grubun genel ilgisizliği üzerine içimden geçirmem gereken yuh’u masanın orta yerine bırakmış olduğumu fark ettim. 4 tane kızgın, 1 tane alıngan ve 2 tane de ilgisiz göz beni izliyordu. “Haydi bakalım Çağlar” diye düşündüm. “Çık şimdi işin içinden...”

*****

Bir saat öncesine kadar gayet seviyeli giden muhabbetimiz, Selin’in bir arkadaşıyla konuşması ve konuştuğu arkadaşına oturduğumuz yeri tarif etmesiyle bozulmuştu. İlk başta dikkatimi çekmeyen ve oldukça sıradan gelen bu yeni eleman, bir süre sonra kıyafet, yatak, aksesuar seçiminde insan enerjisinin önemi gibi bir konuya girecekti. Ama o an bundan habersizdim ve masada dönen Umut Sarıkaya karikatürleri konulu bir eğlenceye yoğunlaşmış durumdaydım. Yeni eleman ise her zoraki entegrenin mutlak kaderini paylaşmış ve masanın en yancı kısmına oturmuştu.

Amerikan dizilerinden açılan bir muhabbette bir an yeni gelenle Selin’in kıyafet seçimi üzerine konuştuklarını duydum ama aldırmadım. HBO’nun dizilerini övmeye odaklı bir konuşmanın tam ortasındayken Selin’in “aa nazar boncuğu mu o” yakarışı tüm lafımı ağzıma tıkarak ilgiyi yeni-gelen’e kaydırdı. “Selin tıktın ağzıma tüm lafı” diyerek savunmaya geçmeye yeltendim ama Selin’in “Koray bu konulara çok meraklıdır” cümlesiyle tekrar susmak zorunda kaldım. Selin seri çalışıyordu ve üçüncü kez kelimeler ağzıma tıkılmasın diye susmak durumunda kaldım.

İşte masanın yancısının, baş konuşmacı haline gelmesi tam bu esnada başlamıştı. Koray susarak beklediği tüm dakikaların acısını çıkarırcasına susmuyor, sürekli insan doğasından ve insanın doğayla iletişiminden bahsediyordu. Önce “deli lan bu” dedim. Ama sonra fark ettim ki masadaki tüm kızların ilgisini çekebilmiş olmak, delilik sıfatını bastırıyordu. Dinlemeye çalıştım. İnsanın enerji topağı gibi bir şey olduğunu, ölünce bu enerjimsi şeyin serbest kaldığını ve insanın bir çok kez dünyaya gelip titreşimleri düzeltmeye çalıştığını, içine bolca kozmoz, evren, spiritüel gibi terimler ilave ederek servis ediyordu. Benim o güne kadar öğrendiğim tüm teknik enerji terimleri, Koray’ın manevi enerji dünyasıyla uzaktan yakından alakalı değildi.

“Nasıl ya” diye ortaya atlayacak oldum, masadaki başka bir duyarlı-dinleyicinin kafasını çevirmeden “şş dur bi” ikazıyla geri püskürtüldüm. (Şş’le başlayan emir cümleleri ormanda 10 karınca gücünde aşağılayıcıdırlar)

“Ve kare bölü iki ge” demeye kalktım, bu sefer bir allahın kulu sallamadı.

Sinirden ağlayacak gibiydim. Hayatın anlamını çözdüğünü iddia eden bir ambiti tüm masayı aurasına almış, beni o auradan siktir etmiş ve tüm pozitif ilgiyi bilimsel hiç bir dayanağı olmayan cümlelerine çekmişti.

“Entropi felsefesi...” diye cümleye başladığında ben tuvalete doğru kaçmak üzereydim ve cümlenin geri kalanını duymadım. Lavabonun aynasında kendime baktım, dişlerimi kurcaladım, saçlarımla oynadım, kendime dil çıkardım ve tekrar masaya döndüm.

Masaya oturacağım sırada “Aaa, olur mu hiç! Hepimizde dışarıya verdiğimiz bir enerji ve bu enerjinin frekansıyla rengine göre değişen ruh halleri vardır.” diye bir cümle kurdu.

“Yuh” dedim.

İçimden.

Yüzüne karşı.

*****

Şimdi mi?

O günün verdiği sinerjiyle çakralarım açıldı ve artık Selin’le görüşmüyorum. Koray’ı o günden sonra bir kaç kez farklı ortamlarda, benzer ilgiyle dinlenirken gördüm. Bir keresinde bakıştık, “ananı sikeyim, ananı” diye negatif enerji gönderdim. Kafasını çevirdi...